Home > gezi notları, gezmelik > Kommagene Krallığının izlerini sürdük

Kommagene Krallığının izlerini sürdük

Ekim geldi ama ben önce hepi topu 6 gece Ankara’da yatabildiğimiz Eylül bilançosunu çıkartacağım. Tabi en baştan başlayarak… 2 - 5 Eylül arasında Adıyaman’daydık.

Son 3 yıldır, Kommagene Nemrut Koruma Geliştirme Programı‘na verdiğimiz yerel hizmetler ile ucundan iyi bir şeyin parçası olduk… Üstüne Türkiye’de görmeyi çok istediğim yerlerden birini işin uzmanları ile görme şansı yakaladık. Ancak ekibin bölgede çalışmaya başladığı sene ben Nemrut’a çıkamayacak kadar hamileydim. Sonra ki sene ise Mira’cım, Nemrut’a çıkamayacak kadar küçüktü… Bu proje 2010′da tamamlanıyordu, bu sene gitmek şart olmuştu… Sadece Cenk’in bize eşlik etmesi mümkün değildi. Hala yardımcım Hatice’nin - kendi dahil hepimize sürpriz olan - hamilelik durumuna “dert etmeye gerek yok, Hatice geri dönene kadar Mira’ya ben bakarım” diye bir yaklaşım sergilese de gerçek hayat buna izin vermiyor… Zaten şu birlikte seyahat edebilme uğruna bile maddi manevi her türlü koşulu sonuna kadar zorluyoruz. Velhasıl, cesaretimizi topladık. İkinci defa Cenk’i geride bıraktık. Mira ile kısmen başbaşa… Sadece iş için destek kuvvet olacak Mira’nın amcası Canberk’i de yanımıza katarak çıktık yola…

Çıkmadan… Küçük bir sırt çantası için hayal kurdum… hatta çok inat ettim. gerçekten minimum sayıda kıyafet aldım. Ama Mira için az oyuncak, kitap, bolca atıştırmalık (kuru meyve, beypazarı kurusu vs.), ateş ölçer, ateş düşürücü, diş jeli, şampuan, sabun, portatif lazımlık, portatif mama sandalyesi derken çanta oldu yine bavul… ne zaman küçülecek merakla bekliyorum. Çantayı Mira ile birlikte hazırladık. Kıyafetlerini kendi seçti. Biraz yavaş oldu hatta çok çok yavaş oldu ama en azından Mira gereksiz heyecanlanmadı. ilk defa akşam vakitlice uyudu, iyi oldu…

Zaten yola çıktığımız gün hepimiz için en zor ve uzun gündü. Gün sabah 4:35 Istanbul uçağı için 2:45 evden çıkışla başladı. 7:30 İstanbul’dan Adıyaman hareket… 9:00 Adıyaman varış… Karadut’ta gidiş… sonrası Nemrut’a tırmanış… akşam gün batımı ile dönüş… Karadut Euphrat Otelde yatış… şeklinde sonlandı. sadece 19 aylık bir bebek çocuğu değil, hepimizi devirecek bir programdı. Devirdi de… Ama sonunda gördüm ki Mira’cım çok tecrübe kazanmış bu seyahat etme meselesinde…

Gece evden çıkmadan hemen önce uyandı. Ne arabada, ne Ankara Havaalanında, ne de İstanbul uçağında uyudu… Tüm şaklabanlığı üzerindeydi. O saatte hepimiz ölü balık gibi boş boş bakma modundayken sayesinde pek eğlendik. İstanbul’a inişe geçtiğimiz zaman uyudu. Artık Adıyaman uçağına binerken yine uyanır diye durumu kabullenmişken, ne havaalanında ne de Adıyaman uçağında uyandı. İnene kadar da deliksiz sürdürdü uykusunu… Ben de İLK DEFA kucağımda Mira ile uyudum uçakta…

Havaalanından önce Kahta’ya, oradan da Karadut’a doğru gittik. Gece Karadut’ta kalacağımız Euphrat Otel‘de kahvaltımsı öğle yemeği ile kısa bir mola verdik. ve tekrar yola düştük. Nemrut Milli Parkına Karadut kapısından girdik. Tümülüs’ün bulunduğu tepenin eteklerine kadar araç ile ulaştık. Sonrasında mecbur yaya devam ettik yola… Batı terasına çıkan tören yolunu kucağımda 11 kiloluk Mira ile ancak 40 dakikada çıkmayı başardım. Bu tırmanış ile 1,5 senedir Mira’yı kaldır, indir dışında bir egzersiz yapmamamın cezasını iyice çektim. İşim iyi tarafı bu seyahatte sürekli omuzumda - kucağımda Mira ile keçi gibi tırmanmak durumunda kalınca hımbıllığımı biraz olsun attım üstümden… Döndüğümde hımbılığım yanında bir de 3 kilo gittiğini görünce ne sevindim ne sevindim anlatamam. hoş şu an o giden 3 kilo aynen geri alınmış durumunda… olsun bir kere giden tekrar gider :)

Tırmanışın sonunda Kral Antiochos’un dev başının görüş alanımıza girmesi ve Mira’nın onu parmağı ile gösterip “abi… abi…” diye bağırması ile ayıldım… Bizim cadı Kral Antiochos’u “abi”, Zeus’u “dede”, Fortuna’yı “aba” olarak ilan edip, önüne gelene tanıttı. Korucu kartal başına “kuuuş”, aslanlara da “gırrr” diye bağırmayı ihmal etmedi.

O dev heykeller ile bu kadar yakından ilgilenmesi benim kadar ekipteki herkesin çok ama çok ilgisini çekti. Büyünce arkeolog olacak galiba dedik… Sonra Mimar mı? Malzemeci mi? Turizmci mi? Mühendis mi? derken bir baktık. hangi meslekten laf açılsa o işin erbabı diyor ki “aman sakın olmasın…” diledim ki… büyüyünce canı ne istiyorsa ondan olsun, yeter ki yaptığı işten memnun olsun… mutlu olsun… var mı bunun ötesi?

Mira öğlen bekçinin konternırdan bozma kulübesinde uyudu. Getirdiğim kuru kayısı, üzüm, erik, kurabiye vs ile günü tamamladı. Ekip çalışırken biz tümülüsü bir kaç defa tavaf ettik. Heykellerden sonra en çok tümüsün taşlarının arasında gezinen uğur böcekleri ilgisini çekti. Hiç bu kadar çok ve kocaman uğur böceğini bir arada görmemişti (k).

Gün batımına doğru hızını arttıran rüzgar karşısında; zekice bir karar ile getirdiğimiz tüm kalın kıyafetleri ağırlık etmesin (!) diye arabada bıraktığımızı farkedip, tıpış tıpış aşağı indik. Aşağıdaki kahvenin terasında sıcak çay ile günü batırırdık. Bu arada ekibin inişini beklerken Mira’ya - aslından kendimin otlanacağı - bir çökelekli gözleme söyledim. Mira daha önümüze koulması ile atladı… Üfleye üfleye bir parça yedi… Bitirdikten 15 saniye sonra, elini ağzına sokup “acı, acı” diye seslenmeye başladı. Mira’cığıma “yok canım acı değil sıcaktı sadece…” falan derken bir parça da ben yedim… ve anladım ki gözleme gerçekten acı… sonradan sonradan bastırıyor… Bu seyahat süresince bir çok yemeğin acı olabileceği aklıma gelmediği için Mira’cımın acı ile tanışıklığını oldukça arttırdım. İşin ilginç tarafı Mira’nın bunlardan bir çoğunu keyifle yiyor olmasıydı… Hamileyken o kadar acılı ekşili aşermemde varmış bir keramet…

Mira kahvenin yanındaki tezgahtan bir abisi (!) Antiochos’un, bir de onun koruyucu kartalının heykelini kaptı böylece döndük otele… Akşam yemeğinde portatif mama sandalyesinin sayesinde bizimle birlikte oturdu sofraya… “Bütün gün kuru kuru şeyler yedi, bari bir sıcak çorba içsin” diye ben elime kaşığı aldım ama o bir lokma almadı. Onun yerine on parmak girdi önüne konulan güvecin içine… önce etleri, sonra fasülyeleri, sonra patatesleri, patlıcanları… yedi sıra ile… Çoban salata içerisinden domatesleri seçip tek tek yedi. Arada yağlı elleri ile kafasını mıncıklamayı da ihmal etmedi :)

Yemek sonrası Mira’nın bitlenmemesi için kendimizi odaya ve banyoya attık. Banyoya attık atmasına da… Banyoya bizden önce yerleşmiş örümcekler karşısında ben dondum kaldım. Bu arada bizim cadı da örümcekleri gösterip “anne bak bızzz… kork” diyor, dalga geçiyor benim ile… Yılllardır aşamadığım böcek korkumu bu cadının oyuncağı olmamak için aşmak durumunda kaldım ya… aferin bana… “Miniminacık örümcek oluğa tırmandı, yağmur yağdı örümcek aşağı yuvalandı” şarkısını söylerken Mira’yı da hızlıca yıkadım. Sonrası giyinme faslında o bez takmak istemeyip, ben bunu anlamayınca, bana derdini anlatmak için biraz bağırındı… Neyse ki ben onun kadar inat etmedim, böylece gece bezi bağlama meselemiz Adıyaman il sınırları içerisinde sona erdi…

İkinci günümüz ilk günkü kadar uzun değildi…. Ekip Sabah erkenden tekrar Nemrut’a çıktı. Biz de Mira ile otelde kaldık. Yorgunluk attık. Tek aktivitemiz Mira’nın oteldeki elma ağaçlarının altında “mama” diye salya sümük ağlamaya başlaması ve oteldeki abilerin ağaca çıkıp ona elma toplamasıydı :)

Öğlene doğru Karadut’tan ayrıldık. Adıyaman merkezdeki Bozdoğan Oteli‘ne yerleştik. Şehirde yemek yedik. Ekibin kalanının da gelmesi ile Pirin köyünde bulunan Perre Kaya Mezarları‘na doğru yola çıktık. Oraya vardığımızda Mira, şöförümüz Savaş ve amcası Canberk refakatinde, minibüste uykusunu uyudu… Uyandığında alanı dolaştık. Mira deliklere girdi çıktı. Canberk ile saklambaç oynadı… Arkeolog hocalarımız şimdiden kazı alanı tozu yutmasının ileride arkeolog olması kararını etkilemesi kadar, bağışıklık sistemini de güçlendireceğini söylediler :) Zeugma kazıları sırasında ekipte hastalanmayan tek meslek grubunun arkeologlar olduğunu, daha önceki antik mezar kazılarında yuttukları binlerce yıllık mikropların doğal aşı görevi yaptığını anlattılar… Yani 18 aylıkken yaptırmamız gereken aşıları atlayan ve doktorunun “sorun yok, bir ara yaparız” demesi üzerine de halen yaptırmayan ben; Mira’cığımı Perre antik mezar alanında aşılatmış bulundum. Gün batımı ile otele döndük. Ekip ile birlikte yemeğimizi yedik. Yemek sonrası ben Mira’yı bahçedeki yüzme havuzundan uzak tutmak için 40 takla attım, bu arada ekip de Mira’nın sunduğu mazeretler ile pek eğlendi.
“su, suu” (eli ağzında… susamış havuzdan su içecekmiş…)
“ayakım” (ayakkabı elinde… sadece ayağını sokacakmış…)
“eli… eli…” (elini soksaymış…)
“bıcık bıcık…” (eller kafada havuza girip yıkanacakmış…)
“anne… galk… bak…” (kalkıp havuza bakmaya gidecekmişiz)
Çareyi odadaki küvette bulduk. Sonraki günlerde de havuzu her gördüğümüzde mayo getirmediğime pişman etti beni… Olduk olmadık heryere birer mayo götürmeye karar verdim.

Üçüncü günümüzde Adıyaman Taşgedik köyündeydik. Gidiş yolunda sık sık aracımızı kenara çekip Akdeniz Toroslarında olduğumuzu zannettiren müthiş manzaraya baktık. Tabi araçtan 10 küsür kişi inip bir yerlere bakınca, başka araçlar da yanımızda durdu, baktı, hatta onlar da arkadaşlarını çağırdı :) Sürü psikolojisi ile kitle turizmine ön ayak olduk :) O gün önce bölgenin inanılmaz coğrafyası ile sarstı beni… Sonrada Taşgedik köyünde tanıdığım çocuklar ve kadınlar ile silkelendim… Biz şehirli kadınların çok yanlız ve yetiştirdiğimiz şehirli çocuklarımızın da miskin olduğunu düşündüm.

Daha önceden randevulaşılan öğretmen ve muhtarın bizimle buluşmak üzere şehire gittiklerini öğrenince köy ahalisinin başına sürpriz misafir olduk. Önce öğretmenin evinde, sonrada köy meydanında uzun uzun ağırlandık, bol bol sohbet ettik. İkramlardan da en çok ben nasiplendim. Ankara’da “hala emziriyormusun?” diye dudak bükülen ben, burada “emzikliyim !” diye el üstündeydim. Mira’cım köydeki ablaların kucaklarında gezdi. Avluda bisiklete bindi… Çocuklar “bak Mira bu bizim inek, bizim at” diye gururla tanıştırdılar… Bizimkinin sevinç gösterisi görülmeye değerdi… O sevindikçe, çocuklar sevindi…”Mira bak… bak”lara karşılık bizim ki “Aba… abi…” derken zaman nasıl geçti anlamadık. Köyden ayrılmamıza yakın biz çocuklar ile sohbet ederken Mira’cım usuldan mama dedi. Benden başka kimsenin duymadığını düşünürken muhtarın küçük kızı Büşra’yı tepede gördüm. Şehirdeki yaşıtları apartmanın altındaki bakkaldan ekmek almaya bile inemezken, Büşra, benim yarım saatte ancak gidip geleceğim vadinin tepesindeki evine koşa koşa gidip Mira’ya bir parça ekmek ve su getirdi. Mira’cım iştahla yedi. Tekrar görüşmek üzere sarıldık, öpüştük, vedalaştık…

Akşam üstü otelde kaldık… Ama akşam son gecemizin hatırına kendimizi Adıyaman sokaklarına attık. Önce Kebapçı Beko’da yemek yedik. Küçük tabureler ile döşenmiş dükkanda biz Gulliver cüceler ülkesinde gibi hissetsek de, Mira görünce boyu boyuna uygun diye pek sevindi. Taburede düşmeden oturup kebapları götürdü. Hatta arada kalkıp, arka masadaki yemeğini yerken nazlanan ablaya bile yedirmeye kalktı :) Sonrasında gittiğimiz çiğ köftecide, biz çiğ köfteleri lüpletirken, o çiçek dediği maydonozlara limon sıkıp (!) yedi. En sonunda da biz pastanede fıstıklı sarma yerken, o bir külah dondurmayı yalayıp yuttu… Gastronomik Adıyaman turumuzu yoldaki tezgahtan çiğ fıstık alarak noktaladık. Döndük otele…

Son gün uçağımız kalkmadan Eski Kahta ve Arsemia’yı sıkıştırdım araya… Eski Kahta Kalesi restorasyon hazırlıklarının başladığı şu günlerde ziyarete kapalı… Bizim ekip için kapıları açıldı ama tehlikeli olabileceği için Mira’yı Canberk ile aşağıda bıraktım. O köy meydanında eşek peşinde koşarken, ben keçi misali kaleye tırmandım. Sarp kayalıklara ve aşağıda akan derenin sesine çarpıldım. Ama bölgede ilk araştırmaları yapan Dörner ekibinden bir gencin 1970′de buradan düşerek öldüğünü öğrenince içime bir düşme korkusu düştü… Koşarak indim, Mira’cığımın yanına…

Son olarak yanda gördüğünüz bu unutulmaz manzara ile Adıyaman’a veda ettik…
Kommagene soyundan Kral Mithridates Kallinikos’un yazlık sarayı ve mezarının da bulunduğu Arsemia’ya hızlı bir çıkış yaptık.   İnsan burada dünyanın büyüklüğünü ve kendinin küçüklüğünü hissederek sarsılıyor. Üzerine söylenebilecek başka söz bulamıyorum…

Uzun zamandır yazamadığım için acısını çıkartıp uzun uzun yazıyorum. Buraya kadar sabırla okuyanlara da teşekkür ediyorum :) Böyle detayları unutmak istemiyorum ama hızına da yetişemiyorum. Bir yanım halen Mira’cığımın göğsümde saatlerce uyuduğu bebeklik dönemini, mis gibi süt kokusunu özlüyor… (hoş hala süt kokuyor ya :)) Diğer yanımsa her an iletişimimiz arttığı bu bugünleri çok çok daha keyifli buluyor. İlk bir sene yaşadığımız fiziksel gelişim hızı beni büyülemişti. Mucize bu demiştim. Şimdi ise bilişsel ve ruhsal gelişimi ile büyülenmeye devam ediyorum. Siz bakmayın boyuna posuna… küçük bir kadın var karşımda… Hem de çok seven, çabuk kızan, çabuk unutan, her istediğini pat diye söyleyen, o an olsun isteyen, üstüne de sık sık karar değiştiren cinsinden :) Böyle bir mucizeye sebep olduğum için kendime de pay çıkartıyorum. pek gururlanıyorum :)

bunlara da göz atabilirsiniz…

  1. Ekim 7th, 2009 at 20:01 | #1

    Canım,
    Öyle şeker öyle cimcime ve öyle akıllı bir melek ki Mira’cığım, ne kadar gururlansan haklısın. Sen uzun uzun yazmaya devam et, bana nasıl iyi geliyor bilemezsin. Hem eski günlerimi anıyor hem de aklımda kalanları güncelliyorum. Oralara yeniden yeniden gitme isteğimi perçinliyor, elbette Selin biraz daha büyüyünce:) Belli olmaz, belki gün gelir birlikte gideriz:)
    Öperim,
    ç.

  2. Ekim 7th, 2009 at 21:52 | #2

    Banucum;
    Sen yazınca gezmis kadar oluyorum. Gerci her gittigin yeri kıskanıyorum bizi de gotursen ne guzel olur.. Mira da surekli daha tatlı oluyor.. Hissettiklerinde de haklısın, gururlanmakta da..
    Avustralya yazını da, o bisikletin fotografını da bekliyorum..

  3. Ekim 7th, 2009 at 23:20 | #3

    Banu’cum
    ne desem az gelir şimdi. senin yazdıklarınla oraya gitmiş kadar oldum. senin kucakta nasıl taşıdığı görünce kendimi ayrıca pek bir tembel buldum. Mira bence hem çok akıllı bir çocuk, hem de senin gibi bir annesi olduğu için çok şanslı. ben 9 saat araba yolculuğunda ay ne uzun bu yol yahu ne zaman bitecek derken kendimi ayrıca pek sabırsız buldum. tekrar bravo sana !
    not. çocukluk hayalim Avustralya anılarını merakla beklemedeyim.. stop…
    sevgiler
    gorki

  4. Ekim 8th, 2009 at 08:30 | #4

    Ne güzel anlatmışsın Banu, zevk alarak okudum yine. Hele Adıyaman olunca.. Bize bu kadar yakın olduğu halde Nemrut’a hiç gitmedim, gitmeyi istiyorum ama küçük bir çocukla senin kadar cesaret gösteremem sanırım.

    Bu arada Mira’nın tüm fotoları güzel ama elma yediklerinde harika çıkmış maşallah.

    Sevgiler..

  5. Ekim 8th, 2009 at 13:43 | #5

    Banu’cum büyük keyifle okudum Adıyaman maceranızı…Fotoğraflar her zamanki gibi muhteşem! Avustralya’yı da merakla bekliyoruz:) Sevgiler

  6. Ekim 8th, 2009 at 14:33 | #6

    Normalde bu kadar uzun yazıları okumayı sevmem ama bu yazıyı öyle içten ve sürükleyici yazmışsın ki, hangi ara yazının sonuna geldim anlamadım :) Miranın sana ve işlerine çok problem çıkarmaması, ya da çıkarsa bile az da olsa senin bundan keyif alarak geziyi tamamlaman çok etkileyici.. Tebrik ediyorum hem seni hem Miracığımı.. Öptüm..

  7. Ekim 8th, 2009 at 20:57 | #7

    Banu’cum gitmek istediğim bir yerdi Nemrut çok güzel anlatmış ve fotoğraflamışsın .Yazlık kalenin olduğu alan ne kadar da dik öyle,şaşırdım .Bir de tümülüsler kazılmaya başlandı mı ben ,öyle bırakılacağını biliyordum

  8. Ekim 9th, 2009 at 07:51 | #8

    Çiğdem… belli olmaz Selin’in büyümesini de beklemeyiz :)

    Esra’cım, Görkem’cim, Neslihan’cım… Avustralya yazısını da yazacağım ilk fırsatta…

    Naile… Söylemeden edemeyeceğim, siz de çok güzel bir şehirde yaşıyorsunuz (daha önce gördüm, ondan biliyorum… :))

    Burcu… Ben de hiç sevmem uzun yazıları ama yazarken tutamadım kendimi :) Teşekkür ederim tekrar sabırla okuduğun için :) Önceden de çok seyahat ediyordum ama ne diyeyim artık çok çok keyif alıyorum.

    Sinem’cim… haklısın… Tümülüs kazılmayacak… Nemruttaki ve bölgedeki eserlerin oldukları yerlerde korunması ile ilgili çalışmalar ve önlemler alınıyor. En basidinden örneklersem, artık heykel başlarına sarılıp fotoğraf çektirilemiyor, tümülüsün üzerine yürüyerek çıkılamıyor…

  9. Ekim 9th, 2009 at 15:52 | #9

    meraba sitenizi gorduk hemen linkinizi blogumaza koyduk.bizde ankaradayız.kızım asli elif 10 aylık blogumuza bekleriz.hatta evimiz de bekleriz öptük :)

  10. Ekim 10th, 2009 at 15:28 | #10

    Banucugum,
    Fotograflar siir gibi olmus. Hele de Mira’nin Kebapci Beko’daki fotografina hayran oldum. Optum ikinizi de…
    Sevgiler
    Umur & Ada

  11. Evin
    Ekim 13th, 2009 at 15:54 | #11

    Banucuğum,
    geçen haftadan beri uygun bir zaman bulmaya çalışıyordum yazdıklarını okumak için. Oysa o kadar keyifli, akıcı yazmışsın ki, hemen bitti:( okurken hem gezmiş kadar oldum, hem Kahta Kalesinde Miracığa sarılmak için yaşadığın heyecanı hissettim, hem de acıktıkça acıktım;)))
    harika vakit geçirmişsiniz ana-kız, ne güzel. yakında tam arkadaşlık eder bu gidişle tatlı kuzucuk sana.
    çok öpüyorum sizi:)
    sevgiler,
    Evin&Efe

  1. No trackbacks yet.