Mira, geçtiğimiz Pazar günü ilk defa sinemaya gitti. Cenk ile sinemaya gittiğimiz bir akşam, Hatice’den “sana göre bir film geldiği zaman seni de götürürler, beraber sinemaya gideriz” diye söz koparmıştı. Ara ara sinema lafını duyar duymaz “ben ne zaman sinemaya gidebileceğim” diye bizi yokluyordu. 3 yaşını bitirmesine 1 aydan az bir zaman kalmışken muradına erdi. Bizim çocukluk kahramanlarından birinin - Ayı Yogi’nin filmine gittik. İlk sinema deneyimi için 3 boyutlu olmasını tercih etmeme rağmen, Ankara’da iki boyutlu gösterimi yoktu. Mira dert etmedi, çocuk boy gözlüğünü takıp kuruldu koltuğuna… Komik sahnelerde, Cenk’i, beni ve halası Canan’ı şaşırtacak kadar güldü… İlk yarının bitmesine az kala “çişim geldi ama biraz daha tutabilirim” dedi arada herkes ile birlikte tuvalete koştu… Kötüleri kazanmak üzereymiş gibi gösteren finale yakın sahnelerde sesli sesli itiraz etmeye başladı, hatta gözleri doldu… Sonuçta, çok çok eğlendi… Biz de kızımızın 0-3 yaş dönemimizin aslında pek de çabuk geçtiğini, +3lü yaşların tadının farklı olacağını anladık.
Ayı Yogi filmini ilk defa sinema ile tanışacaklar için güzel bir seçenek olarak önerebilirim. Yanlız; çocukları ilk defa sinemaya götürmek için çok da aceleci davranmaya gerek yok diye bir ekleme yapmalıyım… Öncelikle sinemanın nasıl bir yer olabileceğine dair gerçekten fikir sahibi olmaları gerekiyor. Yoksa özellikle karanlık, ses, hızlı görüntü akışlarından rahatsız olmaları, korkmaları veya hipnotize olmuş gibi donmaları çok olası… Merak etmeyin o zamanlar göz açıp kapayıncaya kadar geliyor zaten…
Bugün itibarı ile dünya üzerindeki 35. yaşımı tamamlamış bulunmaktayım. Öyle yolun yarısı falan gibi bir geyik yapamayacağım. “Benim annem TAM OTUZBEŞ yaşında” dediğim günleri net hatırlıyorum. Sadece çocuk gözüyle kocaman söylenmesi gereken bir yaşmış; 35… Bugün Mira, gözlerini faltaşı gibi açıp, ağzı dolu dolu “anne sen şimdi otuzbeş yaşında mısın?” dediğinde anlıyorum. Gerçekte ise 30larıma baktığımda, zaten kendimi daha üretken, daha verimli, daha güzel bir insan olarak görüyorum. Yine de 35ten sonraki hayatım için daha iyi olmasını isteğim şeyler de var. Daha çok gezmek, daha çok gülmek, daha az tüketmek, daha az tükenmek, daha az konuşmak, daha çok dinlemek… daha farkında, daha yavaş, daha huzurlu ve daha basit bir hayatım olmalı… olacak Read more…
Çocukluk - ergenlik dönemimin çoğunda sabah 6′da yüzme antremanlarına girmem; bünyeme gece yatış saatimden bağımsız sabahın köründe hortlama şeklinde bir alışkanlık bırakmış. Eskiden bu durumu sıkıcı ve yorucu bulurdum. Son yıllarda ise herkes uyurken kendimle geçirdiğim 1-2 saati hiç bir şeye değişmem… Yılın ilk gününün; ilk sabahı ise bu açıdan eşsiz…
Değil bizim evde, tüm mahallede çıt çıkmıyor. Camları açıyorum; içeri dolan hava bile sessiz, huzurlu… yetişilmesi gereken bir programımız yok… dahası kimsenin yok… Kitabımı bölüm ortasında kesmek zorunda kalmadan, soluksuz bir 125 sayfa okuyorum. Dolaptaki sütü ısıtıp, bir-kaç kaşık böğürtlen sirkesi ile peynir olmaya bırakıyorum. Biraz blog okuyup, yorum bırakıyorum. Üzerine biraz nurturia‘da, biraz da facebook’da takılıyorum. Şu gebelik şekeri mevzumu aklıma getirmemeye çalışarak, fırına (fıstıksız) kayısılı scone atıyorum… Son ayın fotoğraflarını gözden geçirip, basılacakları ayırıyorum. - ilk yaş fotoğraflarının çoğunu kaybettikten sonra daha kıymetlendi ya çektiklerimiz… Bu aylar için referans alabileceğim hiç fotoğrafımızın olmadığına yanarak, karnımın bu sefer daha mı büyük daha mı küçük olduğuna kadar veremiyorum. Evdekilerin dün akşam devleşen karnım karşısındaki şaşkınlığını düşünüyor, ben de sabah karnım ve akşam karnım arasındaki farka pek şaşırıyorum. Bir fincan kahve eşliğinde kendi kendime anlamsız şeylere takılmanın tadını çıkartıyorum
evde kalmak… internet detoksu yapmak… kaplumbağa ailesi olmak… yastıklardan yuva kurmak… yemek kitapları okumak… mutfağa dalmak… terapi için pişirmek… hepbirlikte Ratatouille izlemek… sabahın köründe yarım açık bir gözle ekmeği fırına sürmek… o ekmekle uzun uzun kahvaltı etmek… burnumuzun dibindeki ormancıkta yürümek… güzel yemek yemek… eski dostlar ve yavruları ile cümbür cemaat trene binmek, gitmek, gelmek… babaannesinin Mira ile ilgilenme teklifine balıklama atlamak… başbaşa Tunalı’da dolaşmak; Kıtır’da kokoreç, D&R’da kahve kek, Vitamin’de dilli tost, üzerine arkadaşlarda mangal… iyiydi… iyi geldi…
Bu yazın ikinci Alaçatı çıkartmasını yaptık ve döndük. Alaçatı aynı güzellikteydi ama haftasonu kalabalıklığı için aynı şeyi söyleyemeyeceğim Bu sefer ki tatil kadromuz ise tam tekmildi… Annesi, babasının yanı sıra, anneannesi, dayısı Baha, eşi Özge, bebek Bora, diğer dayısı Suha ve kız arkadaşı, halaları Canan ile Ceren de olunca Mira için çok şenlikliydi Üstüne haftasonu Serap’la Tayfun, Maya ve Kaya’sı ile bize katıldı. Çete tamamlandı.
Tatil öncesi, özellikle kongredeyken Mira’nın beni gördüğü anda ne dediği anlaşılmayan mızırdak bir hale dönüşmesi, üstüme ahtapot misali yapışması, olup olmadık heryerde - birazcık memememememememememe - tonunda bozuk plak gibi takılması sonucu dellenmiştim. Kararlıydım, bu emzirme işini bırakacaktım, tatil iyi bir fırsat olacaktı falan derken… Tatil başka şeylere fırsat yarattı…
Cenk’in kız kardeşi Ceren’nin yanımızda olması herşeyden önce benim kendime gelmemi sağladı. Mira Ceren’ni akranı ilan ettiğinden, peşinden ayrılmadı. Çılgınca eğlendi. Benden başka kimse ile paylaşmadığı kaka yapma seanslarında bile halasını istedi yanında… - 2 yaş çocuğunun kakası pek kıymetlidir - Ben de tüm alıcılarımı kapattım, dinlendim, silkelendim, kendime geldim. Hatta hızımı alamadım, sörf öğrenmeye başladım. Kazma becerisinde olsam da inat ettim. Yorgunluğumu orama burama indirdiğim sörf direğininin acısı ile unuttum. - manyak mıyım neyim? - Ben rüzgar ile boğuşurken yanıbaşımdaki 6-7 yaş çocukların bize göre nasıl farklı ve kolay öğrendiklerini gördükçe, çocuk olmanın gücüne hayran kaldım, sanki Mira’yı öğrenirken izliyormuşcasına mutlu oldum.
Tatilde Çeşme yarımadasını mesken edindik. İlk planımız 4 gün burada kalıp, yollara düşmekti ama düşmedik. Alaçatı’da takıldık, kaldık… Burası gün geçtikçe popülerleşse de kimliğini kaybetmeyecek. Bir turizmci olarak böyle düşlüyorum. Örnek olsun diye… Nedim Attila güzelce özetlemiş… Aynen alıntılıyorum.
Sakız ve lavanta kokan serin ve eski taş evlerin korunduğu şirin bir kasabadır öncelikle burası. Alaçatı’da bulunduğunuz mekanlar da eski birer taş evden başka bir şey değildir zaten. Alaçatı ‘Küçük güzeldir’ diyenlerin, rüzgarın her çeşidini bilenlerin, sakız ağaçlarını sevenlerin yeridir… Toprağında zeytinin ve üzümün en bereketlisi, anasonun en güzeli, bademin en lezzetlisi, armudun en kokulusu, lavantanın en moru yetişir.
Haziran ayı boyunca çok çalışmak zorundaydım… Burnumun ucunu görecek halim kalmadı. Mira’cım kapanın elinde kaldı. Bunun için vicdan azabı çekemeyecek kadar da yorgundum.
Bu dönemde… Mira’yı manyakça severek şımartan babaannesi, halaları, dayısı, amcası ve onların arkadaşları, bakıcı ablası Hatice, komşu kızlarımız Elif, Zeynep ve mahallenin çocukları, hatta köpekleri ve kedileri için şükrettim. En az 2 saat rötarla, Mira’yı can hıraç yuvadan almaya çalışırken telefon açıp - Mira dinleneceğim deyip uyudu, acele etmeyin, hatta öğleden sonra tiyatroya-doğumgününe-ona-buna-şuna kalsın - şeklindeki vicdanımı rahatlatıcı önerileri tam zamanında sunan Binbirçiçek kaptanları Selin ve Hilal’e şükranlarımını sundum. Herşeyden öte k..mı toplama işini tam performans üstlenen Cenk ile gurur duydum. Hiç bir şeye mudahil olabilecek veya müdahale edebilecek halim olmayınca, dünyanın benim iteklemelerim olmadan da döndüğünü tamamen kabul ettim. Hatta bu duruma öyle alıştım ki, gelen tüm önerilere son derece konformist bir yaklaşım ile bakmaktayım.