Nehir aklımda… Annesinin satırlarını okuyorum. İletiyorum. Ama yazamıyorum. Nasıl yazayım nereden başlayayım diyorum. Boğazım düğümleniyor, kelimeler bir türlü klavyeden dökülmüyor. Sebebi diyecek iyi bir şey bulamamdan değil. Söyleyecek çok şeyin bir anda çıkmaya çalışıp boğazıma sıkışıp kalmasından. Sonra da ince ince burnumu sızlatmasından… Okuyorum… Okudukça düşünüyorum…
10 yıl önce… Babamın geçmeyen bir öksürüğü ve ateşi var. Sonunda yakın bir arkadaşına zatüre teşhisi koyulduğunu duyunca ikna oluyor. Bayındır Hastanesine götürüyoruz. Hastanenin eski işyerlerimden biri olması ve daha önce birlikte çalıştığım doktorların yardımları ile çok kısa bir sürede teşhis konuluyor. Zatüreden korkan babamcım; akciğer kanseri… B tipi yavaş ilerleyen ama ilaca tepki vermeyen, büyük hücreli… Daha erken olsa ameliyat iyi bir çözüm olacakmış ama teshiste geç kalınmış. Hastalığın 3 evresinde… Lenflere sıçramış. 1 yıl yaşama oranı sadece %5 (yüzde beş) olarak geçiyor. Ben %5′i duyunca soluğu iş hayatıma resmen yanında başladığım “hocam”ım yanında alıyorum. Salt bilim insanı, ketum kişi bu yüzdelerin hayatta önemli olmadığını söyleyerek şaşırtıyor beni… Sonuçta bu da bir hastalık ve tedavi yöntemleri var diyor… Vazgeçmek kaybetmek oluyor. Kararlı ve tutarlı devam etmek lazım yola… diyor.
“Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız! Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz.”
Mustafa Kemal ATATÜRK
2008′den bitiremediğim işler arasındaydı,… Utanıyorum söylemeye… Taaa ne zamanlar İlkay benim en sevdiğim yerler için ve Burcu da Mira’nın en sevdiği yerler için sobelemişti. Her ikisine de yazacak çok şeyim vardı ama bir türlü yazamadım… Yazayım diye her oturduğumda tamamen başka bir şey yazıp kalktım. Anladım ki beceremiyorum ben bu sobeleme işlerini… Geçen gün de Toprak’ın annesi Özlem bana bir ödül vermiş en kısa sürede yayınlamamı istemiş. Bu sefer şeytanın bacağını kırıyorum. Kendisine bunun için teşekkür ediyorum. Ben de ödülümü “ilkinderin” diyen Başak‘a gönderiyorum…
Hazır şeytanın bacağını kırmışken, eski sobelerimin sene i devriyesi geçmeden… Mira ile birlikte olmayı sevdiğim yerler diye ortaya karışık bir şeyler yazayım… belki beni affederler…
Öğrenme arzusu doğumla birlikte gelen bir duygu. Yaşamın hiç bir döneminde dünya çocuklukta olduğu kadar ilginç veya surprizler ile dolu gelmiyor. Çocuklar için hiçbir detay dikkaten kaçacak kadar küçük değil. Bu merak duygusu ile, çocuklar zaman zaman güvenlik limitlerini zorlayabiliyor veya ortalığı arapsaçına çevirebiliyor. Merak duygusunu yönlendirildikçe, çocukların yaratıcılık ve analitik düşünce becerileri hızla gelişiyor. Read more…
Beceriler ve oyunlar üzerine yazmaya devam edeceğim ama bugün bir arkadaşımın gönderdiği videoyu paylaşmadan geçemedim… Burada mutlaka yer alması gerekiyordu. Herşey bir yana çocuklar görerek büyüyor. Çocuklarımızı nasil yetiştireceğiz diye düşünmeye önce kendi hayatlarımızdan başlamamız gerekmiyor mu?
Hatırlıyorum… Yaşım 30′u geçip, çocuk sahibi olmamız fikri aklıma düşmeden çok çok önceleri, ne bebek, ne de çocuklar ile vakit geçiremezdim… Sıkılıyorlarmış gibi gelirdi ama itiraf ediyorum aslında sıkılan bendim. Karşımda gördüğüm sadece benim sıkılgan psikolojimin bir yansımasıydı.
Amazon’dan 4 al 3 öde kampanyası ile hamileyken aldığım kitaplardan biri idi : The 2,000 Best Games and Activities… Sadece 344 sayfada bebeklikten - 8 yaşa kadar aktivitelerin anlatıldığını okuyunca kitabının kapsam ve içeriğinden kuşku duymuştum. Bebeklik dönemine ait fazla bir şey bulamayacağımı, diğer yaşların ise çok yüzeysel geçildiğini düşünmüştüm. Kampanya kapsamında alacak 4. kitabı bulamayınca nasıl olsa bedavaya gelecek diyerek almıştım. Mira aramıza katıldıktan sonra bu kitap hakkındaki fazla ön yargılı yaklaştığımı düşündüm. Şimdiler de ise çok çok önyargılı yaklaşmışım, iyi ki almışım diyorum.
Bu sene Cenk’in en yoğun çalıştığı gün: Pazar… Mira ile ben hep başbaşayız.
Geçen Pazar da işe giderken uyandırıyor bizi… Kahvaltıdan sonra, annem ile anneannemlere doğru yol alıyoruz. Yol üzerinde 20 dakika - 20 günlük Yiğit bebeği sevme - annesine moral verme molası ve sonrası anneannemin evinde Pazar günü kadınları buluşması… Anneannem, yengem, annem, ben ve Mira… Hava da çok güzel içim gidiyor. Anneannemi de alıp dışarı çıksak diyorum… Ama dinletemiyorum. 80 yaşından sonra geçirdiği 3 bel ameliyatı yüzünden o merdivenlerden inmesi gözünde büyüyor da büyüyor. Önce “zaten hava da kapandı” diyor. Sonra “sen evinden çıkarsan, burayı kiraya verir, ben senin evine taşınırım, düz ayak ne güzel olur” diyor… “ne güzel olur” diyorum. Yüksek tonlarda sohbet ediyoruz. Yiyoruz, içiyoruz.
halen kütüphanemiz okuma hızımızdan çok daha hızlı büyüyor… Tutamıyorum kendimi… Bazen onlarca okunmamış kitap bizi beklerken yine alıyorum yine alıyorum. Yanlış anlaşılmasın şikayetçi değilim bu huyumdan. Hatta memnunum bile diyebilirim. Sadece biraz yer ve zaman sıkıntımız var o kadar… Mira’dan önce, o odada bulunan kocaman kütüphanemizi, eşimin iş yerine gönderince; evde her atıl her köşe kitaplık olarak değerlendirilmeye başlandı. Marangozumuz Nuh Usta yaratıcılığımızı taktirle karşılıyor…
Eski okuma düzenimize dönüş için iki büyük girişimde bulunduk. İlk olarak tuvalete bir kitap rafı taktırdım. Bu konuda fazla yorum yapmayacağım Sonra Digitürk’ü kapattırdık. Kablo TV’de yok evde… Galiba antende yok… Cenk Kablo TV’yi bir kaç ay sonra bağlatacakmış… İlk evlendiğimizde de ben bağlatayım demişti - 2,5 yıl sonra bağlatmıştı… Yani uzunca bir süre televizyonsuz olmayı da garantilemiş bulunuyoruz. Zaten izlemiyorduk - biraz cnbc-e hepsi o idi… Artık takip ettiğimiz dizileri bir ara DVD’den izleriz dedik… artık o ara ne zaman olursa… - buradan yakın arkadaşlarımıza da sesleniyorum. evinizdeki televizyonu gördüğümüzde evlendiğimiz ilk yıllarda olduğu gibi aval aval bakabiliriz… mazur görün artık