Archive

Archive for the ‘düşündürenler’ Category

Küçük Ada-mın doğum hikayesi

Nisan 10th, 2011 banu 24 comments

Hamileliğim ilk - iki trimesteri zaman zaman ayaklarımı yerinden kestiğinden, son haftalarda Humphy Dumhy’ye dönüşüp yuvarlanarak kırılacağımdan emindim. Çok şükür, bir kez daha yanıldım. Gün geçtikçe kendimi fazlasıyla iyi hissetmeye başlamıştım. - ikinciye benim gibi zor başlayanlara moral olsun :) - Elim ayağım şişmemiş, uyku pozisyonu alabilmek için dört dönmeye başlamamıştım. Pelvik kemik ağrılarım yerini korkunç bir esnekliğe bırakmış, hatta burada 3 katlı bir evde sayısız in-çık ile yaşamama rağmen tık nefes kalışlarım da kaybolmuştu. Sadece akşamları Mira’ya sarılıp onun ile birlikte uyuyakalıyor ve gecenin bir yarısı ise uykum kaçıp geri kalkıyordum - ki bunların da hacıyatmaza döneceğim şu günlere bünyemi hazırladığına inanıyordum. 1 Nisan gecesi de yine Mira ile uyuyakaldım ve 2 Nisan saat 1de ise hafif bir ıslaklık ile uyandım. Ne olduğunu düşünmeme bile gerek yoktu… Telefonu alıp, kendimi tuvalete attım. Cenk’e haber verirken ağlamaklıydım ama o bak iyi ki doğuran sensin, her türlü değişikliğe süper hızlı adapte olursun temalı gaz verici bir konuşma yapınca toparladım kendimi…

2 gün sonra yani Pazartesi çalışmaya başlayacağım doula - doğum koçunun gönderdiği notlara ve Perşembe günü doktorlarımla paylaşacağım doğum planıma göz attım. Hatta üzerine sevdiğim bir kaç güzel doğum hikayesini tekrar okudum… Hızlıca hastaneye götüreceğim bir - kaç parça eşyayı çantama koyarken de durumu içime sindirdim.

Mira’ya işlediğimiz akış planı; babasının uçağa binip buraya geleceği, sonra Ada’nın doğmak için hazır olduğunu bana söyleyeceği, Mira bizi Özge veya anneanne ile evde beklerken, babası ile benim hastaneye gideceğimiz, orada benim vücudumda yavaş yavaş açılacak özel bir kapıdan Ada’nın çıkacağı, Mira’nın bizi görmeye geleceği ve hepbirlikte Ada’yı da kucağımıza alıp eve döneceğimiz şeklindeydi. Gerçi Nurturia dostlarım biliyor; bir süredir aklımdaki tilkiler ya Cenk gelmeden doğurursam diye çalıştığından Mira’ya da bir sürpriz yaşayabileceğimizden bahsetmiştim… ama yine de o yine de bu yazdığım senaryoya pek adapteydi ve onun gözünde baba gelmeden Ada gelemezdi ! Ben de Mira’nın uyandığında yanında olmak, dolayısıyla program değişikliğini kendim anlatıp öyle gitmek istiyordum.

Read more…

Pratik hayat becerileri ve tuvalet eğitimi

Şubat 9th, 2011 banu 12 comments

Pazar sabah, uzun zamandır görmediğimiz arkadaşlarımızla çoluk çocuk kahvaltıda buluştuk, ardından araba ile İstanbul’a gittik… 30 haftalık hamile ben ve 3 yaşına 3 gün kalan Mira’nın performansından emin olabilmek için Cenk de bizimle yola çıktı. Akşamına da otobüse atlayıp geri döndü. Biz de, Mira’nın ilk gece azan konjiktiviti, ikinci gece de yükselen ateşine rağmen keyfimizi hiç bozmadan iki gün geçirdik. Kızımı mı, kendimi mi taktir etsem bilemedim :P Mira hafif hastalık etkisinde olabildiğince mızmızdı ama hiç arıza çıkartmadı; acıktığında yedi, uykusu geldiğinde uyudu. Hatta kucağımda 2 saat uyuduğu sürede ben de nihayet Senem ile yüzyüze tanışma fırsatı buldum… Arada, vicdansız anneyim ben diye kendimi sorgulasam da, ne diyeyim hiç zorlanmadım suçluluk duygusundan arınmakta… Mira kucağımda mızır mızır mızırdanırken, arkadaşlarıma laf yetiştirerek kendi kendime aştığımı gösterdim :)

Bir kez daha İstanbul’da yaşayan ve araba kullanan arkadaşların ileriki yaşlarda alzeimer olma ihtimalinin çok düştüğüne kanaat getirdim. Değişen yollar konusunda sürekli bir beyin egzersizi yapmalarının yanısıra bir de akıl sağlıklarını koruyabilmek için sukunetlerini kaybetmemeleri gerekiyor. 30 haftalık gebe aklım, 4.5 saatlik yolda değil ama trafikte yıprandı. Ikea çıkışında ön kapıda beni bekleyen arkadaşlarımın yanına döneceğim yere 3. defa kapalı garaja girmeye kalkınca, güvenlik halime acıdı ki buradan geri vitese alın U dönün diye yardımcı olmaya girişti. Benim geri vitese almam ile arkadan bir arabanın gelip bize dokunması bir… arabanın içinden fırlayan baba oğul olduğunu anladığım 2 kişinin “kadın milleti değil mi” diye böğürmeye başlaması iki… oldu… Güvenliğin duruma “hanımefendi duruyordu, geri gitmemişti, durmadınız” diye müdahale etmeye çalışmaları, “korna çaldıydık ya işte… bunlara araba alan kocalarında (!) kabahat şeklinde…” seviyesizce uzadıkça uzadı… Rapor tutmaya yanaşmadılar. Karnıma ve yanımdaki çocuğuma bakıp “polis çağırsak saatlerce bekleriz, en az 300 liralık hasar var bu arabamızda, ödeyin gidelim” şeklinde bağırınmaya devam ettiler… Çevredekiler önceden olup olmadığı belli olmayan ince çizik için, polis çağıralım diye benim saffında yer alırken, Mira da “çişim geldi hemen yapmam lazım” diye koroya eklendi. Mira’yı kucaklayıp çimlerin üzerine işetirken, içimden bir his hala bekle polisi diyordu ama Mira’nın akşam yemeği yiyememesini göze alamadım, Angara’lı olmamın hatırına 50 lirada uzlaşan adamlara içimden saydırarak olay mahalinden uzaklaştım. Sonrasında Mira uyuyakalınca akşam yemeği yiyemedi o ayrı :( 17 yıldır aktif bir şöförüm… Uzun yola çıkarım, minibüse kadar her boy motorlu taşıtı zorlanmadan kullanırım. Ama karşıma çıkan bu baba - oğula, o çok sesli koro içinde bir de ben bir şey söylemek istemedim. Çocuğumuzu böyle bir toplum içerisinde büyütüyoruz, dahası bu ortamda hayatta kalma becerisini yükseltmek zorundayız. Söyleyecek tek şey var; çocuklar ne görürse onu yapar. Biz kendimizi düzeltmekle mükellefiz… Armudun başka ağacın dibine düşmesini beklememek lazım… (bu videoyu daha önce paylaşmıştım ama tekrar izlemeli…)

Read more…

Doğal Ebeveynlik tembel annelerin tercihi mi?

Kasım 10th, 2010 banu 36 comments

Belki biraz anormallik göstereceğim ama doğumdan bu yana anneliğimin iyi veya kötü, şu veya bu ekole ait olduğunu hiç sorgulamadım ben… Kusursuz değilim ama hatalarım için de kendimi yemedim. Daha Mira aramıza katılmadan Cenk ile nasıl anne-baba olacağımızı irdelerken, ana-babalıkta bir miktar hata payının pek normal olduğunu %100lük bir performans için kendimizi kasmamızın gereksizliği konusunda hemfikir olmuştuk. Bana göre anne-babanın vermesi gereken güven ve sevgi gibi en temel ihtiyaçları yerine getirdiğimiz sürece telafi edilemeyecek, onarılamayacak bir hata yok ebeveynlikte…

Hamileliğim süresince Tracy’den, Ferber’e, Karp’tan, Sears’a bir çok çocuk yetiştirme ekolünün kitabını okudum. Akıl süzgecimden geçirdiğimde saçma gelen yanlarına uyuz olmak yerine kulak tıkadım, kendi doğamıza uyabilecekleri, yeni yaşantımızı kolaylaştırabileceklerimi almakla yetindim. Ferber’de çocuğu ağlasa bile uyumaya terk etmek kısmına değil, uyku öncesi tutarlı bir rutin kurmanın olumlu etkisine takıldım. Tracy’nin yemek-aktivite-uyku-kendine vakit ayır sıralamasını ve erken tuvalet eğitimi yaklaşımını çok beğendim. Karp sayesinde kundaklamayı akıl ettim, 2 yaş krizlerinde ilk yapmam gerekenin derdine onun gözünden bakabilmek ve onu anladığımı anlatabilmek olduğunu öğrendim. Ama en çok Sears’ın dünyaya çocuk gözü ile olduğu kadar anne gözü ile de bakabilen yaklaşımına bayıldım.

Son zamanlarda bloglarda, sosyal ağlarda, yakın ve uzak çevremde Attachment Parenting - yani Doğal Ebeveynlik ile ilgili daha çok şey okuyor, duyuyorum. Doğal ebeveynliğin; SADECE kazık kadar olana kadar emzir, ağlamasına üzülmesine asla müsade etme, birlikte uyu, kucağında taşı, davranışlarının zamanı geldiğinde düzelmesi için sabırla bekle şeklinde yansıtılmasına, hatta ileri giderek bunları yapmayan annelerin “doğal olmamakla” suçlamalarına çok şaşırarak bakıyorum. Doğal Ebeveynliğin bahsi geçen olmazsa olmazlarının sertçe dile getirildiği ortamlarda benim araştırdığım / okuduğum / algıladığım Doğal Ebeveynliğin “Soft Attachment Parenting” olarak algılanmasına da pek şaşırmıyorum.

Read more…

Masterlar yarışlarından sıcağı sıcağına…

Mart 1st, 2010 banu 3 comments

Az da olsa iş için nokta atışı geliş gidişler yapıyordum Bursa’ya, ama nokta atışı olunca hiç kafamı kaldırıp bakmamışım anlaşılan… Bu Bursa Master yarışları aldı beni çocukluğuma götürdü. En son 1993 olmalı bizim Bursa Kapalı Havuza gelişimiz. O zamandan bu yana Bursa’da ne çoook şey değişmiş. Değişmeyen tek şey de Kapalı Yüzme Havuzu olmuş sanırım. Zaman donmuş kalmış orada ! Tadilat gördüğü söyleniyor. Eskisehir ve Ankara’daki aynı model havuzların durumu daha da içler acısıymış. Bana duşlar, tuvaletler, kapanamayan - kapansada açılmayan - aliminyum kapılar, ellerine verilen kronometre ile hassas ölçümler yapmak zorunda kalan hakemler… hepsi aynı… geldi. Sadece o zamanlar biraz daha büyük gelirdi tribünler… - meğer ben çok küçükmüşüm. - Sonuçta aynı kaldığı için sevindiğim tek şey büyümüş popolar ve genişlemiş bellere rağmen değişmeyen yüzler oldu….

Bu haftasonu - ister istemez - Türkiye’de spor yapmak, sporcu olabilmek, sporcu kalabilmek üzerine bolca düşündüm. Read more…

“eğer gerçek süt içmiyorsanız, gerçek yoğurt yemiyorsanız, gerçek ekmek yemiyorsanız, gerçek et değilse yediğiniz… siz de gerçek bir insan değilsiniz ! ve gerçek olmayan bir şekilde öleceksiniz”

Ocak 31st, 2010 banu 6 comments

O gün” yapılan tüm konuşmaların videolarını Vimeo‘dan izleyebilirsiniz.

Ya kafayı değiştirip, özümüze döneceğiz… Ya da ne verirlerse onu yiyeceğiz

Kasım 6th, 2009 banu 11 comments

Yılmaz Özdil bugün öyle bir yazı yazmış ki sarılıp öpesim geldi… Günün birinde bağlantıları değişirse hala ulaşıp okuyabilmek adına buradan da paylaşmak istedim.

Yakınımdaki örnekler ile kendi çocukluğumu kıyasladıkça endişelerim artıyor. Geçen aylarda bir kuzenimizin 5 yaşındaki kızına erken ergenlik tanısı koymuşlar. Sebepler arasında plastikler, kozmetikler, katkı maddeleri ve hormonlu GDO’lu gıdalar olduğu söyleniyor. Göğüslerindeki sertleşme nedeni ile gitmişlerdi, büyük ihtimal ile hormon tedavisine başlayacaklar. Çivi çiviyi söker hesabı… İşin acı yanı çok dikkatli, özenli, farkındalığı yüksek ailedir ama tek başına farkında olmak korumak için yetmiyor işte…

Tarım ülkesi olduğu söylenen ülkemde, gerçek gıda bulabilmek için kırk takla atmak ağırıma gidiyor ama en basidinden şu yandaki şebek surat için eli kolu bağlı ve karamsar kalamıyorum.

Read more…

Gerçek gıdaya eşit erişim hakkı çocuklarımızın en temel hakkıdır!

Kasım 2nd, 2009 banu 8 comments

Dünya dünya olalı beri mısırın püskülüne konan kelebeği, artık ‘konmamaya’ ikna etmek üzere mısırın genetiğine işlenen bir kimyasal, yıkamakla çıkmaz, biliyorum; çünkü kızımın gözlerinin yeşili gibi, o kimyasal da, tümüyle mısırın kodlarında artık. Üzerinde ya da etrafında değil. İçinde.

Kelebek konarsa mısırın püskülüne ve yumurtalarını bırakırsa eğer, ürünün bir kısmı zarar görür, doğru. Ama, o mısırı kızım yediğinde, içine işlenen, yıkamakla temizleyemeyeceğim, haşladığımda gitmeyecek o kimyasal, kızıma ne yapar… Asıl onu merak ediyorum ben.

Diyorlar ki “üreticisi, eğer, GDO’lu ürünün zarar verdiğini fark ederse, ürününü piyasadan çeker!”

Read more…

Poşetlenmemiş olsun…

Ağustos 24th, 2009 banu 4 comments

Kıbrıs’taki kaybolmalarımızdan birinde kendimizi - haritada Güzelyurt körfezinde bir deniz kaplumbağası resmi ile işaretlenmiş - uçsuz bucaksız bir kumsalda bulduk. Pazar günü olmasına rağmen hiç kimse yoktu sahilde… Öğrendik ki bu plajda zaman zaman ters akıntılar olduğu için halk bu sahili hiç tercih etmezmiş. Üçümüze özel bu koca bir kumsalda huzur bulduk… Çok eğlendik… Derken, kumların arasından gözümüze çarpan ayrıntılar huzurumuzu kaçırdı…

Evet hiç insan yoktu ama artıkları öyle çoktu ki… Göz alabildiğine uzanan kumsal, ilk başta çok belli olmasada göz alabildiğine naylon torba, plastik çuval, cam şişe doluydu…  Cenk ile Mira kumlarda koştururken ben biraz çöp topladım. Toplayabildiğim miktar bir damla misali ama damla damla değişir bir şeyler… Bu arada “hangi zihniyet yüzülemiyor diye bu güzelim plajı çöplük olarak kullanır diye?” bir an duraksasam da, ayılmam kısa sürdü. Düşündümde bu çöpler bizim evimizden bile çıkmış olabilirdi. Çünkü dikkat etmemize rağmen poşet kullanımını hayatımızdan %100 çıkartabilmiş durumda değildik…

Read more…